Konu: Ünite 4: 18. ve 19. Yüzyıllarda Etik Çarş. Şub. 17, 2016 8:40 am
Ünite 4: 18. ve 19. Yüzyıllarda Etik 1 Giriş 18. yüzyıl, felsefe tarihinde “aydınlanma dönemi” veya “felsefe yüzyılı” diye de adlandırılan bir dönemdir. Ama “aydınlanma” kavramının içeriğini ve aydınlanmanın insan için önemini en özlü şekilde dile getiren filozof Immanuel Kant’tır. Kant’a göre aydınlanma: “İnsanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır.” Aydınlanma düşüncesi olarak kendini gösteren bu yeni insan anlayışının, etik sorunların öneminin görülmesinde etkili olduğu söylenebilir. Nitekim Francis Bacon (1561-1626), ele aldığı diğer felsefe sorunlarının yanında etik sorunlara da değinmiş, etik sorunların dinden bağımsız şekilde ele alınması yönünde adım atmıştır. Bacon “ahlâksal” olanın kaynağını, bütünün iyiliğine yönelmiş olan eylemlerle ilişki içinde belirlemeye çalışmıştır. Bacon’un bu yaklaşımı insanlar arası ilişkilerde belirleyici olan eğilimler üzerinde düşünme yolunu açmıştır. Bu bakımdan kendisinden sonra gelen Hobbes, Locke, Shaftesbury, Hume gibi filozoflara öncülük ettiği söylenebilir. Thomas Hobbes’un etik sorunlara bakış şeklini belirleyen şey, “doğal insan” düşüncesine dayalı insan anlayışıdır. Hobbes’a göre insanın tüm eylemlerini yöneten ilke, “kendini koruma ve sevme içgüdüsü”dür. Hobbes, kendini koruma içgüdüsü ile hareket eden insanın, barışı sağlamak için insanlararası ilişkiler alanında bazı ilkeleri akıl yolu ile ortaya koyması gerektiğini söyler. Hobbes için insan, doğuştan etik bir varlık değildir; etik ilkeler, türün yararı için, akıl yoluyla ortaya konulur. Etiğe temel olan şey, doğa yasalarının “bilimi”dir. Burada Hobbes’un bir doğa varlığı olan insanın etik yönünün ne olduğunu belirlemeye çalıştığı ve etiği Bacon gibi dinden bağımsız şekilde ele aldığı görülmektedir. John Locke (1632-1734) da etik sorunları daha çok toplumsal ve hukuksal bakımdan ele alır. Hukuka uygun bir toplumsal düzenlemenin ve buna yardımcı olabilecek etik ilkelerin koşullarını araştırır. Bunun da akıl ve doğal yasa ile olabileceğini düşünür. Locke için, “iyilik”, “adalet”, “doğruluk” gibi etik kavramların oluşumu doğrudan doğruya haz ve acı duygulanımlarının sonucudur. Locke, toplum kurallarının zorunlu ve genel geçer (apriori) olmadıkları için, toplumdan topluma değiştiğini ve uzlaşımsal olduğunu belirtmektedir. İnsanın etik boyutu konusunda uç bir düşünceyi ortaya atan Bernard de Mandeville (1670-1733), insanda esas olan ve onu “başarıya” götüren şeyin “bencillik” olduğunu belirtmiştir. Bu tartışmalardan; • Biri insandaki etik boyutun kaynağının akıl olduğunu söyleyen, • Diğeri ise bu boyutun kaynağının duygu olduğunu savunan iki farklı anlayış ortaya çıkmıştır. Ama her iki anlayış da, erdemin değerli olduğunu düşünmüş ve onu insanın doğal bir özelliği ile -akıl ya da duygu ile- temellendirmeye çalışmıştır. Kant, bir bakımdan etiği verimsiz bir tartışma olan “akılduygu” tartışmalarından kurtarmıştır; böylece uzun zamandan beri ana yönünü yitirmiş olan etiği yeniden bir bilgi alanı olarak kendi çizgisine oturtmuştur. Francıs Hutcheson ve Anthony Ashley Cooper, Earl of Shaftesbury 18. yüzyılda etik sorunlara eğilen filozofların, yukarıda da belirtildiği gibi, genel olarak şu soruyu yanıtlamaya çalıştıkları görülür: İnsanda bulunan etik duyarlığın temeli nedir? Francis Hutcheson ve Shaftesbury, bunun temelinde bir duygunun bulunduğunu düşünmüşlerdir. İnsanda doğal olarak etik duyarlık bulunduğunu düşünen Shaftesbury (1671-1713), “iyi ve kötü”yle ilgili duygunun da bu doğal yapıdan gelen “ahlâk duy(g)usu”ndan doğduğu görüşündedir. Shaftesbury, Thomas Hobbes’un “kendini koruma güdüsüyle” belirlenmiş insan anlayışının ve kendini sevmenin insanın en temel güdüsü olduğu savına karşı çıkar. Shaftesbury, insanda bulunan bu doğal özelliğin, uyumlu ve orantılı olan şeyleri tanıyıp, beğenmemizi sağlayan “estetik duy(g)uya” yakından benzediğini düşünür. İnsanda doğal olarak bulunan bencil duygular gibi “özgeci” duygular da vardır ve bunlar daha önemlidir. Kendi başına ne iyi ne de kötü olabilen insan, toplum içinde yer alır; bundan dolayı o daima başkasıyla birlikte vardır. Özgecilik (Diğerkâmlık, ing. Altruism, Fr. Altruisme, Alm. Altruismus), kişilerin eylemlerinde hiçbir çıkar beklemeksizin başkalarını gözeterek eylemde bulunmalarını benimseyen anlayıştır. Shaftesbury için de tek tek kişilerin iyiliğinden önce gelen ve onların iyiliğine temel olan şey herkesin/bütünün iyiliğidir, yani erdem kişilerin başkalarıyla ilişkilerinde söz konusudur. Shaftesbury’nin bu düşüncelerini benimseyen Francis Hutcheson’a (1694-1747) göre de eylemlerdeki istemeyi belirleyen şey akıl değil, duygudur. Tıpkı evrendeki uyumun güzelliğini içduyuyla algılamamız gibi erdemli olmayı ve eylemleri tanıyıp onaylamamızı sağlayan etik bir duyu vardır. Beş dış duyu ile benzerlik kurarak etik bir duyudan söz eden Hutcheson, kişilerde bu altıncı duyunun nesneleri olan güzelliğin ve erdemin daha sonra geliştiğini iddia eder. Davıd Hume 18. yüzyılda öne çıkan, insanın etik duyarlığının kaynağıyla ilgili tartışmalara David Hume da katılır. Hume (1711-1776), “ahlâk algılarının anlama yetisinin işlemleri arasında değil, beğeniler ve duyular arasında sınıflandırılması gerektiğini” belirtir. Bundan dolayı Hume, aklı ve duyguları birbirinden kesin olarak ayırır. FEL102U-ETİK Ünite 4: 18. ve 19. Yüzyıllarda Etik 2 Erdemlerin ve kötülüklerin, övülen ve yerilen belli “özellikler” olduğunu öne süren Hume, erdemleri dörde ayırır. Bunlar; • Toplumsal erdemler, • Kendimize yararlı olan özellikler olan erdemler, • Bize doğrudan doğruya hoş gelen özellikler olan erdemler, • Başkalarına doğrudan doğruya hoş gelen özellikler olan erdemlerdir. Hume da Shaftesbury ve Hutcheson gibi, haz ve acının bizi eyleme geçiren başlıca duygular olduğunu kabul eder. Ancak insanın, kendisinin dışına çıkarak başkalarının haz ve acılarını da duymasını sağlayacak bir ilke olarak sempati kavramından söz eder. Hume’un sempati duygusu ile birlikte düşündüğü bir diğer kavram da “vicdan”dır. Hume, başkalarının eylemlerini sempati sayesinde, toplumun iyiliğine yaptığı etkiyle tartma alışkanlığı sonucunda, insanın kendi eylemlerini de genel iyiliğe yaptığı katkı ile ölçme alışkanlığı edindiğini, bu değerlendirmelerin toplamına da vicdan denildiğini belirtir. David Hume, kendisinden sonra gelen filozofları, özellikle Jeremy Bentham, Immanuel Kant ve John Stuart Mill’i etkilemiştir. Bir grup üyesi olarak kişinin, benimsemiş olması gerektiğini düşündüğü, doğallıklarına inandığı belirli genel değer yargılarından ve bunların temelindeki kural ve ilkelerden kendini sorumlu duyması anlamına gelen vicdan denen bilinç olgusu, kişinin kendini değerlendirmede esas aldığı topluluğun temelindeki ahlaki kabuller, insana ilişkin felsefi bilgiye dayanmıyor ve insanın değerini korumuyorsa, “kişinin vicdanına göre hareket etmesi”, “vicdanının sesine kulak vermesi” istemi, oldukça “tehlikeli” bir istem olarak değerlendirilebilir. Immanuel Kant Immanuel Kant eski Yunan felsefesinin fizik, etik ve mantık olmak üzere üç bilime ayrıldığını söyleyerek, etiği şöyle tanımlar: “Belirli nesnelerle ve bu nesnelerin bağlı olduğu yasalarla ilgili olan içerikli felsefeden özgürlüğün yasalarına ilişkin olana etik denir; ayrıca bu bilime ‘ahlâk öğretisi’ de denir.” Kant’a göre özgürlük her şeyden önce bir “düşünce”dir. Bu ise; özgürlüğün ilkin ve özünde yalnızca bir “fikir”, yani “saf aklın” düşündüğü bir “düşünce”, Kant’ın deyişiyle bir “ide” olması demektir. Saf aklın başka ideleri de vardır. Bunların belli başlıları, Tanrı, Ruh ve Evren ya da Sonsuzluk ideleridir. Kendi yapısından gereği ürettiği bu idelerinden dolayı teorik akıl antinomilere düşer. Özgürlük antinomisinin tezine göre, her şeyin doğa nedenselliğine uygun şekilde olup bittiği kabul edilirse, dünyada olan biten her şeyi açıklamak mümkün değildir, dolayısıyla özgürlükten gelen bir nedenselliği de kabul etmek gerekir. Antinominin antitezine göre ise, özgürlük yoktur, her şey doğa yasalarına uygun olup biter. Antinomi, teorik aklın kendi yapısından dolayı düştüğü bir durumdur. Teorik akıl bu idelerin var olduğunu, absürde indirgeme yoluyla temellendirmeye giriştiğinde çelişkiye düşer. Ama bunların var olmadığını temellendirmeye giriştiği zaman da yine çelişkiye düşer. Sonunda böyle bir idenin hem var olduğunu hem de var olmadığını -yani bu ideyle ilgili bir tezi ve bunun antitezini- aynı zamanda kabul etmiş olma durumuna düşer. İşte antinomi, teorik aklın düştüğü bu durumdur ve teorik aklın kabullenemediği bir durumdur. Kant’ın Pratik Aklın Eleştirisinde, pozitif anlamda özgürlüğün yasası olan Ahlâk Yasasını türetir ve şöyle dile getirir: “Öyle eyle ki, senin istemenin ‘maksim’i, hep aynı zamanda genel bir yasamanın ilkesi olarak da geçerli olabilsin.” “Maksim, eylemde bulunanın öznel ilkesidir ve nesnel ilkeden, yani pratik yasadan ayırdedilmelidir. ilki, aklın öznenin koşullarına (sık sık bilgisizliğine ya da eğilimlerine) uygun olarak belirlediği pratik kuralı içerir, bundan dolayı da öznenin ona göre ‘eylemde bulunduğu’ ilkedir; yasa ise, her akıl sahibi varlık için geçerli olan nesnel ilke ve ona göre ‘eylemde bulunması gereken ilkedir’, yani buyruktur.” Ahlâk Metafiziğinin Temellendirilmesinde de Kant, bu ahlâk yasasını üç buyruk şeklinde dile getirir ve bunlara; • “Kesin buyruk”, • “Ödev buyruğu” ve • “Pratik buyruk” adını verir. Bu üç buyruk koşulsuz buyruklardır. Bunların karşısına Kant, koşullu buyrukları koyar. Bu buyrukların buyurduğu, ancak koşulu isteyen için geçerli buyruklardır. Örneğin “eğer yaşlandığında rahat etmek istiyorsan, para biriktir.” Oysa koşulsuz/kesin buyruk herkes için ödev olanı dile getirir. Kant’ın yaptığı bir başka önemli ayırım da ödeve uygun eylemler ile ödevden dolayı yapılan eylemler arasındadır. Ödeve uygun bir eylemin temelinde bir çıkar vardır. Ödevden dolayı yapılan eylemde ise iyi isteme bulunur. Kant’ta bir eylemin değeri temelindeki istemeye bağlıdır. Kant’a göre “dünyada, dünyanın dışında bile, iyi bir istemeden başka kayıtsız şartsız iyi sayılabilecek bir şey düşünülemez.” İyi isteme Ahlâk Yasasının ya da kesin buyruk, ödev buyruğu ya da pratik buyrukta niteliği belirlenen istemedir. Ahlâklılığın ölçütü de bu nitelikteki istemedir. Özetle, Kant’a göre tür olarak insanda doğa nedenselliği tarafından belirlenmeme imkânı ve istemelerini belirlediği takdirde kişileri özgür kılabilen bir yasa veya ilkeler ortaya koyabilme imkânı vardır. Belirli bir durumda bu yasanın ve onun açılımı olan üç buyruğun dile getirdiği şekilde istemek insanlar için bir olanaktır. Kişilerin eylemlerinin etik değerini belirleyen de, bu eylemlerin temelindeki istemenin niteliğidir. İyi istemenin ne olduğunu belirlemekte ise, bize en çok Ahlâk Yasasının üçüncü dile getirilişi olan “pratik buyruk” yardımcı olmaktadır. “Bir eylemin amacı, insanın değerini -kişinin insan olarak kendi değerini veya FEL102U-ETİK Ünite 4: 18. ve 19. Yüzyıllarda Etik 3 başkasının insan olarak değerini insan olmanın değerini korumaksa; bir insan bir eylemde bulunurken amacı, karşısındaki insana kendi başına bir amaç olarak muamele etmekse, işte bu, iyidir; böyle bir amacı olan isteme iyidir veya iyi istemedir.” Kant’ın etik görüşünden öğrenilmesi gereken en önemli nokta budur. John Stuart Mill Etik alanında J. S. Mill, J. Bentham’ın (1748-1832) temellerini attığı faydacılığı benimsemiştir. Bentham, “iyi”yi “fayda” ile aynı tutar, eylemlerin doğruluğunun ve değerinin kişilere sağladığı fayda (utilitas) ile ölçülmesinin doğru olduğu düşüncesini benimsemiştir. Bentham’a göre erdemli insan kimdir? Haz verecek şeylerin ölçüsünü acı vereceklerin karşısında, iyice tartıp değerlendirmeyi bilen kimse, daha büyük hazlar için daha küçük hazlardan yüz çevirmeyi öğrenen, hatta sırasında daha büyük hazza erişmek için acıyı üzerine almaya hazır olan kimse, erdemli bir insandır. Bentham’ın bu yaklaşımıyla etiğin “rasyonel bir bilim” haline geldiği söylenebilir. Bentham’ın herkes için en büyük mutluluğa ulaşma ülküsüne dayalı Ahlâk Yasası ilkesini benimsemiş olan John Stuart Mill, Bentham’ın bu ilkesini aydınlanma düşünürlerinin kültür mirasını da dikkate alarak etik sorunlara “toplumsal” koşullarla ilgi içinde çözüm getirebilecek bir etik görüş geliştirmeye çalışmıştır. J. S. Mill’e göre de eylemlerimiz mutluluğu sağladığı ölçüde doğrudur. Mutsuzluğa yol açtıklarında ise yanlıştırlar. Ancak, J. S. Mill, hazlar arasında elde edilen mutluluğun yalnız niceliği bakımından değil, niteliği bakımından da fark olduğu görüşündedir. Mill, insanlarda iyiyi ve kötüyü bildiren doğal bir yetinin, bir duygunun veya içgüdünün bulunduğu düşüncesine karşı çıkmıştır. Bir eylemin insan refahını arttırmak şartıyla doğru olduğunu savunmuştur. Ona göre, her eylemin son amacı olan mutluluk aynı zamanda “ahlâklılığın” da ölçütü olmaktadır. Mill’in faydacılığında mutluluk arzu edilen biricik şeydir. Erdemse, aslında hazza götürdüğü ve özellikle acıdan uzaklaştırdığı için arzu edilmektedir.
Muhtesim Admin
Ruh HaLi : Hangi ülkedensiniz : Mesaj Sayısı : 4379 Nerden : istanbul Teşekkür Sayısı : 10146 Kayıt tarihi : 30/10/08