Etik, felsefenin eski ve temel bir dalı iken; ahlak, yere ve zamana göre değişen ve davranış belirleyen normlardan, ölçülerden oluşmuş çeşitli ahlaklar olarak kendini gösteren bir olgudur. “Ahlaklılık” da ahlak olgusunda görüldüğü gibi yine normlara ilişkin bir adlandırmadır. Bu normlar da davranışlarımızla ilgilidir. Ancak, “ahlaklılık” normları, ahlak normlarından farklıdır. Bunlar, yerel değil genel normlardır. Etiğin Temel Soruları Genel olarak söylenirse, insan ve yaşamla ilgili her konu ve sorun etiğin kapsamına girmektedir. Etiğin felsefenin temel alanlarından biri olması bundan dolayıdır. Etiğin başlı başına bir alan olması Sokrates, Platon ve özellikle Aristoteles’in çalışmalarıyla olmuştur. Eskiçağdan günümüze uzanan tarihinde etik, tarihsel dönemlere bağlı şekilde çeşitlenen farklı türden soruları ele almıştır. Başlı başına bir bilgi alanı olarak kurulduğu Eskiçağda etiğin temel sorusu pratik yönüyle söylenirse “doğru, adil, iyi” anlamında mutlu yaşamın ne olduğu sorusudur. Teorik yönden dile getirilirse bu soru, “adalet nedir”, “erdem nedir” şeklinde araştırılmıştır. Özellikle etiğin yeniden canlandırıldığı 18. Yüzyılda, doğal olarak yeni sorunlar ortaya çıkmış ve bu alanda yeni sorular ele alınmıştır. Bu sorunlara bağlı olarak da yeni kavramlar ortaya atılmıştır. Örneğin; “iyi isteme”, “ödev”, “sorumluluk”, “yükümlülük”, “gereklilik”, değerler”, “anlamlar” ve “amaçlar” gibi kavramlar bunlar arasında başlıca olanlarıdır. Günümüzde etiğin nesne alanı daha da genişlemiş ve sorunları da daha çeşitlenmiştir. Bunda, uygulamalı etik çalışmalarının artmasının önemli bir payı vardır. Ama genel olarak bugünkü dünyada yaşamla ilgili sorunların artmasının, hatta kaygı verici boyutlara ulaşmasının etkisi büyüktür. “Ötanazi”, “kürtaj”, “ölme hakkı”, “organ verme”, “organ ticareti”, “yapay zekâ”, “teknoloji”, “gen teknolojisi”, “nanoteknoloji” ve “nöroloji” alanındaki çalışmalar (nöroetik) yine 20. yüzyılın ikinci yarısından bu yana etiğin konuları olmuştur. Teknoloji sorunlarından dolayı bugün “çevre etiği”, “toprak etiği” gibi etik çeşitlerinden söz edildiği görülmektedir. Etiğin aslında “felsefî etik” olduğunu unutmamak gerekir. Etiğin Önemi Felsefenin en temel bir alanı olmakla birlikte etik felsefe tarihinin her döneminde aynı derecede önemli sayılmamıştır. En parlak dönemi olan Eskiçağdan sonra uzun bir süre, yaklaşık 18. Yüzyıla kadar geri planda kalmış, hatta nerdeyse unutulmuş bir alandır. İnsanlık tarihinde uzun bir dönem olan Ortaçağ boyunca etik Eskiçağdaki önemini yitirmiştir.
Francis Bacon, Rene Descartes ve Baruch Spinoza Yeniçağda etiğin tekrar önem kazanması yönünde katkı sağlayan düşünürlerdir. Etiğin bu evrede yeniden önemli bir alan olarak tam anlamıyla ortaya çıkışı 18. yüzyılda olmuştur. İngiltere’de John Locke, Shaftesbury (Antony Ashley Cooper), Francis Hutcheson ve David Hume bu konuda önde gelen düşünürlerdir. Etiğin yeniden doğuşu ve gelişimi konusunda asıl dönüm noktası Almanya’da Immanuel Kant’ın çalışmalarıyla olmuştur. 20. yüzyılın ilk çeyreğinde “Viyana Çevresi” ya da “yeni pozitivizm” veya “mantıkçı pozitivizm” adıyla bilinen bir felsefe akımının benimsediği “yeni felsefe” anlayışının da etkisiyle etik tümüyle felsefenin dışına atılmıştır. İoanna Kuçuradi’nin deyişiyle 20. yüzyılda bu temel felsefe dalı, yine bir “Ortaçağ” yaşamaya başlamıştır. Etik, felsefenin dört temel alanı arasında insanın kendisiyle doğrudan ilişkili olan tek alanıdır. Etik sözcüğünün çoğul biçimindeki anlamına yeniden dönersek, bir canlının barındığı ortam olarak etik, insanın var olma, yaşama ortamıdır ve bu durum sırf insana özgüdür. İşte bu ortamda olan bitenlerin bilgisini aramak etiğin işidir.