Ruh HaLi : Hangi ülkedensiniz : Mesaj Sayısı : 1060 Teşekkür Sayısı : 1847 Kayıt tarihi : 01/11/08
Konu: yaşasın halk islamı Çarş. Ağus. 05, 2009 9:32 pm
son günlerde, son yıllarda yaşananlara dairdir…
“Bahçemizde açan gülün ne renkleri ne de kokusuyla ilgileniyorduk. İlgilendiğimiz tek şey selam verilecek adam aramaktı…” bu cümleyi 1997’de hocama yazdığım mektupta kullanmıştım. Bir isyan cümlesiydi aslında, içinde geçen güle, kokuya rağmen.
Bizi daha o gencecik yaşımızda “dava adamı” olmanın yürekliliğiyle sokaklara gönderenler onlar değil miydi? Onlar değil miydi, “cami cemaati Müslüman’ı olmayın, şuurlu Müslüman olun” diye bize öğüt veren. Onlar değil miydi, “herkese selam verilmez, selam; Allah’ın rahmetini istemektir.” Diyen…
Genciz, kanımız deli akıyor, gözlerimiz görmüyor ama “şuurlu Müslüman olacağız” diye “cami”den de cemaatten de gayri ihtiyarî soğumuşuz”… Namazlarımızı kendi “cemaatimizin” içinde veya “evlerimizde kendimize ait imamların arkasında” kılıyoruz…
Çok iyi hatırlıyorum, bu hal öyle bir noktaya gelmişti ki, “her imamın ardında namaz kılınmaz!” diyerek cami seçiyorduk… Hocaları da, camileri de “şuurlu” şuursuz” diye ayırmıştık. Ailemizi, anamızı, babamızı, kardeşlerimizi, akrabalarımızı “eğer bizim fraksiyondalarsa” önemser hale gelmiş, bayramlar bile arayı yumuşatma kudretini gösterememişti.
Hele bayramlar; her bayram namazı sonrası daha “bayramınız mübarek olsun” diye bayramlaşmadan gazete bayiine koşup elimize aldığımız “bizim gazeteler” Filistin’den, Bosna’dan, Çeçenya’dan, Osetya’dan, Mora’dan, Afrika, Pakistan, Yemen’den fotoğraflar koydukları ana sayfalarında hep aynı başlıkla “zehir ederlerdi bayramımızı…” Bayramsa, bayramınız mübarek olsun…”
***
Ve hatırlıyorum, bir kez olsun sormuştum babama, “Allah Resulü sevdiklerinize, sevdiğinizi söyleyin” buyuruyor, peki hiç anneme onu sevdiğini söyledin mi baba? Diye…. Hiç gül aldın mı? Bir buket çiçek getirdin mi ona? Babamın utancından kızardığını hatırlıyorum…
Ve hatırlıyorum, bizde söyleyemiyorduk sevgimizi…
Çünkü “sevmek” yoktu lügatimizde. Savaşmak, mücadele etmek, biz ve ötekiler kavramlarıyla doluydu belleğimiz. Elimizde bir asa, milleti seçiyorduk ve sevmek, yalnız Allah ve Resulü için vardı. Oysa o, sevgisiz olmaz diyordu, sevin diyordu, ama bende anneme, babama, kardeşime “sizi ne çok seviyorum biliyor musunuz?” diyememiş, hatta şöyle; için için ağlayarak sarılamamıştım….
Sarılamamıştım anneciğime, “anneler günü mü olurmuş, yılın her günü anneler günü” diyerek içine ettikleri saçma sapan gerekçelerin yüzünden…
Babamın elini bir bayramda öpmüştüm, birde gurbete uğurlanırken… Oysa ne çok istemiştim ona sarılmayı, sımsıkı tutarak ellerine yapışıp, “Babacığım!” diyerek; doya doya, utanmadan, sıkılmadan ağlayabilmeyi…
Olmadı, yapamadık, yapamadım…
***
Şimdi dönüp maziye bakıyorum, ne çok hata etmişiz, ne çok kaçırmışız hayatı, ne çok anlamsız kavgalar vermişiz diye üzülüyorum…
Üzülüyorum, “şuursuz Müslüman” diye camiden çıkan amcaya selam vermediğimiz için… Üzülüyorum, camiden çıkmayıp, hayatının hiçbir noktasında haramı evine sokmayan o eli öpülesi dedeye “bunlar hangi dinin insanları?” diye sorguladığım için… Evet, üzülüyorum, Allah’ın Rasulünü anlatan Hoca’ya, “sırf cemaatimizden değil” diye “ne saçmalıyor” diye haykırdığımız için…
Evet, hem de çok üzülüyorum; camileri “düzen’in evi”, imamları “tagut’un askeri” diye suçladığımız için… Hem de nasıl yanıyorum, ailemi, akrabalarımı, yakınlarımı ihmal ettiğim ve çok sevdiğim dedeciğimin cenazesine “vakıf toplantısı” yüzünden gidemediğim için…
Şimdi dönüp maziye bakıyorum, mazi dediğim beş-on yıl öncesi… Yani çokta geçmiş değil hani…
Zaten yaşım hayatın ortasında… Yani 33’ündeyim hayatın…
Ne çok yanlışımız varmış, ne çok hatalar ekmişiz “doğruluk” adına diye hayıflanıyorum bugün…
***
Şimdi evim bir caminin karşısında… Beş vakit ezan sesiyle yaşıyorum. Herkese selam veriyorum, selam alıyorum… Bazen bir kahveye oturup insanları dinliyorum, ne çok dertleri var, ama okey masasındaki insanımız bile “hamd ediyorum Allah’a, sağlığım yerinde” diyor… Onları işittikçe şimdi, seviyorum yaşamayı…
Yaşayarak inandıklarıma daha çok hizmet edeceğimi düşünüyorum artık…
Kuşları dinleyebiliyorum, duyabiliyorum, bahçemde açan gülün farkındayım; ne de güzel kokuyorlar… Camileri seviyorum, minare bidat mi? Değil mi? Tartışması yapmıyorum. İnsanları ayırmıyorum artık, herkesi kucaklıyorum, olduğu gibi kabulleniyorum. “insan (mü’min) kardeşim” diye sesleniyorum…
Ve sağa-sola bulaşmış İslam’ı değil; halkın yaşadığı ve hiçbir kirliliğin bulaşmadığı o saf İslam’ı seviyorum. Sokağa sirayet eden o dini önemsiyorum, kandilde helva dağıtan o anlayışı, doğumda “hayırlı olsun” a gelen o inceliği, bayram sabahı cami avlusunda buluşan o elleri öpüyorum. Ve dolmuşa binerken çekilen besmeleyi, marketten sokak kedilerine yem satın alan kadının diğerkamlığını takdir ediyorum. Ve her bayramı çocuk esirgemede geçiren, yaşlılar yurdunda kimsesiz kalmış o koca insanlara “selam veren” inceliğe hayranım… İşte bunca haklı gerekçeden dolayı diyorum ki “Yaşasın Halk İslam’ı”… Yaşasın halkın hayata yansıttığı İslam! Çünkü onlardan uzaklaşarak çok büyük hata etmişiz. Halkı “hakir” görerek, “şuursuz” görerek uzak durmakla azalmışız… Şimdi “mücahit’likten müteahhitliğe geçenlere” de kızmıyorum. Zira onlar “mücahit” görünürken de aslında yaptıkları o işin müteahhitliğiydi…
Ve kızmıyorum inanın, “parti küfürdür” diye bizi dahi tekfir edenlerin bugün en koyu partici olmalarına. Zira onlar, “önemsenmedikleri, görev alamadıkları ”için yok sayıyorlardı, tekfir ediyorlardı.
Ve izliyoruz; makamı, kadını, parayı, yani “üç afetten uzak durun” sohbetinde diz dize oturduklarımızı. Nasılda “makam” için dostluklarını, kadın için ailelerini, para için onurlarını ayaklar altına aldıklarını izliyor ve kahroluyorum…
Ve gülüyorum; tüm bu abesle iştigali “Müslüman da zengin olmalı” gibi bir gerekçeyle göğüslemeye kalkışmalarını.
***
Şimdi “toplum mühendisliği”nden biganeyim zira toplumu dizayn edeyim derken; kaçırdığımız hayatı, ihmal ettiğimiz çocuklarımızı, ailemizi, dostluklarımızı tamirle meşgulüm… Peki ya siz ne haldesiniz?