Pazar sabahı gibisi yoktur.
Cumartesinin telaşı bulunmaz pazar günlerinde, sakindir, hayatın tadını sükûnet içinde çıkarma vaktidir, acelesizce, zamanın, sadece o güne mahsus olmak üzere gevşek dokunmuş ferahlığına bırakırsın kendini.
Sabah kahvaltısı ayrı bir ayin gibi kutlanır.
Ben, çimlerin üzerine atılmış, temiz örtülü tahta bir masada kahvaltı etmeyi severim öyle sabahlarda.
İncecik bir zeytinyağının içinde ışıltılı kara zeytinler, ekşi ve iri yeşil zeytinler, yuvarlak dilimler halinde kesilip üzerine kekik ekilmiş domates, közlenmiş biber, rafadan yumurta, cızırdayan yağda kenarları siyahlaşmış ortası pembeleşmiş sucuk dilimleri, çıtır kabuklu sıcak ekmek, istersen sütü sızan taze kaymak, minicik diri incirlerden yapılmış reçel.
Demli, buruk bir çay.
Okunmayı bekleyen ve okundukça çimlerin üzerine dağınık bir halde bırakılan mürekkep kokulu gazeteler.
Tatlı bir serinlik, yaprakların arasından sızan küçük güneş huzmelerinin ellerinin üstündeki kıpırtılı oyunları.
Çimen kokusu.
Yıllardan beridir böyle bir sabah yaşayamadım.
Haftada yedi gün çalışarak böyle sabahlar yaşamak da zaten mümkün değil.
Ben de böyle sabahların, iştah açıcı kahvaltıların hayalleriyle oyalanıyorum.
Ama, biliyor musunuz, bazen lanetli bir kaderimiz olduğunu düşünüyorum.
Bir hayali bile insana çok gören bir kader.
Hayalden bile tat almana izin vermeyen bir kader.
Söyleyin bana, şu satırları okuyan biri, pazar sabahlarının kahvaltılarını hayal edebilir mi:
“Kardeşim gerekli gıdayı alamıyor. Öncelikle kan yapması için kiraz ve benzeri meyveleri yemesi gerekiyor. Ancak cezaevinde bir kilo kiraz beş lira, bir kilo şeftali beş lira. Onun günde en az üç kilo meyve yemesi gerekiyor ve bu da günde 15 lira tutuyor. Buna gücümüz yetmiyor.”
Cezaevinde kan kanseri olan Samet Çelik’in abisi söylüyor bunları.
On altı yıldan beri yatıyor Samet.
Kan kanseri.
Dışarı bırakmıyorlar, yeterince de bakmıyorlar.
Onun gibi kanserli mahkûmları var hapishanelerde.
Bir kısmının durumu gerçekten kritik.
Ve, bugün manşetimizde göreceğiniz Adlî Tıp yetkilileriyle Adliye Bakanlığı yetkilileri, bu insanlar “hapishanede ölsünler” diye bunlara rapor vermekten kaçınıyorlar.
Üniversite hastaneleri, “bakımı dışarıda yapılmalıdır” diye rapor verdiği halde Adlî Tıp onların sözünü dinlemiyor.
Göz göre göre öldürüyorlar onları.
Çünkü bu insanların çoğu ya solcu ya PKK’lı.
Ergenekon hayranı olan devlet görevlileri için “öldürülmesi gereken, zindanlarda kanserden erimeye bırakılması gereken” insanlar onlar.
Nazi kamplarını hatırlatan vahşetlerle, Doktor Mengele’yi akla getiren insafsızlıklarla karşılaşıyoruz.
Ölümün sonsuzluğu karşısında bile vicdanları titremeyen garip yaratıklar bunlar.
“Dağa çıktıysan” eğer, hapishanede kanser de olsan kimse sana aldırmaz bu ülkede.
Peki, bu insanlar niye dağa çıktı?
Onu da bizim sürmanşette okuyacaksınız.
Önceki gün askerliğini Güneydoğu’da yapmış bir “Türk askerinin” ihbarıyla 12 korucunun öldürülüp taburun bahçesine gömüldüğünü yazdık.
Hakkâri’deki arkadaşımız Ömer Oğuz, öldürülen korucuların yakınlarını buldu.
Ömer’e o korkunç geceyi anlattılar.
Anlattıklarını okurken, bize çocukken derslerde anlatılan “Yunan mezalimini” hatırladım kaçınılmaz olarak.
Köydeki erkeklerin bir kısmını alıp, daha sonra öldürmek üzere götürüyorlar.
Bazı erkekleri köyde kurşuna diziyorlar.
Bir tanesini samanların arasında yakıyorlar.
Hamile kadınları dipçikleyip çocuklarını düşürtüyorlar.
Ahırları içindeki hayvanlarla birlikte ateşe veriyorlar.
Çaresizlikten köyün ihtiyarlarından biri köyü basan askerlerin başındaki albaya Kuran-ı Kerim uzatıyor, albay itiyor kitabı.
Sonra köyü top ateşine tutuyorlar.
Ve, bütün bunları yapan albay, köylülerin şikâyetine ve savcının talebine rağmen yargılanmıyor.
Bir de terfi ediyor.
Söyleyin bana, siz o köyde büyüyen bir çocuk olsanız ne yapardınız?
Hamile annenizi dipçikleselerdi, amcanızı yaksalardı, babanızı vursalardı ve bütün bunları yapanlar ellerini kollarını sallayarak dolaşsaydı...
Siz ne yapardınız?
Bu ülkeye ve devlete güvenir miydiniz?
Annenizi, dedenizi, kardeşinizi, babanızı bu devlete emanet eder miydiniz?
Küçücük çocukların babalarını öldürün sonra onlar dağa çıkıp yakalandığında kapatıldıkları zindanlarda kansere tutulunca, onları karanlık hücrelerde ölüme terk edin.
Bu korkunç acıların ortasında bir pazar kahvaltısı hayal edebilir misiniz?
Ben edemiyorum işte.
Her sabah, her sabah, bir kere daha içimi kanatmak, içimi ölesiye kanatmak için bu gazeteye geliyorum.
Kanıyor içim canına yanayım, bütün hayallerim o kanda yok olup gidiyor.
Ahmet Altan - Taraf
ahmetaltan111@gmail.com